MAKALE
Pedagog Peter Lang ile Bir Röportaj
Jette Lindholm
12 Nisan 2019
Pedagog ve Waldorf uzmanı Peter Lang, “Çocuklar dünyayı bağlantıları içinde kavramayı öğrenmek isterler. Kendini emniyette hissetmeyi ve kendine güveni ancak böyle kazanabilirler. Kendi gücüyle ya da başkalarının desteğiyle yaşam görevlerinin üstesinden gelecek duruma geçmeyi bu sayede başarabilirler.

Bunun da ötesinde çocuklar, kendi düşüncesinin ve kendi yaşam akışının anlamlı olduğunu kavramak ve buna uygun davranmak isterler. Bunları becermeleri ise ancak biz anne-babalar, eğitmenler ve toplumda sorumlu olanların çaba harcamamız ve ısrarla bu yönde çalışmamız ile olanaklıdır” diyor.

Pisa-Etüdü gibi verimlilik karşılaştırmalarını ne kadar ciddiye alabiliriz?

Bu tür standardize edilmiş araştırmalarda Almanya diğerlerine nazaran kötü not almıştır. Bu ise son yıllarda eğitim politikasıyla ilgili tartışmalara ve bir takım köklü sonuçlara götürdü bizi.
Ancak bunlar da genelde çocukların temel ihtiyaçlarını göz ardı etmektedir. Buna en iyi örnek, okula başlama yaşının öne çekilmesi, son çocuk yuvası yılının okullaştırılması, lise son sınıfta bir yıl kısaltma gibi önlemlerdir. Darmstadt Teknik Üniversitesi’nin “okula başlama yaşının öğrenci verimliliğine etkileri” konulu bir araştırmasında (P.A.Puhani ile M. Weber) şu sonuçlara varılmıştır: Altı yaşlarında değil de yedi yaşında okula başlayan çocuklar, bunun yararını uzun vadede görmektedir. İlkokul birinci sınıflardaki daha büyüklerin olgunluk avantajı, temel eğitimin sonunda okuduğunu anlama yeteneklerinin belirgin ölçüde daha iyi olmasıyla ortaya çıkar.

Öyleyse Pisa ve şürekasında yanlış olan nedir?

Temel olarak, son derece farklı çeşitli eğitim sistemlerinin verimlilik yeteneği, Pisa-ölçütleriyle yargılanabilir mi çok kuşkuludur. İnsanın belli bazı yetenekleri, eğilimleri, ilgi alanları merak ve engellerinin ölçülemeyeceği bellidir, örneğin fantezi gücü, oynama sevinci, toplumsal yetkinlikler neredeyse ölçülemez şeylerdir, hiç sorgulanamazlar ya da onlar hakkında not verilerek karar verilemez. Genel olarak eğitim ve öğretimde yalnızca “Ne” değil, tersine daha çok “Nasıl” önem kazanmaktadır, yani çocukluk ve gençlik dönemi nasıl kaliteli biçimde yapılandırılabilir, bu önemlidir.

Gerçekten de çocukların birbirleriyle karşılaştırılması olanaklı mıdır?

Neredeyse olanaksızdır, çünkü her çocuk biricik ve bir kereliktir. Yetenekleri, becerileri, eğilimleri, ilgi alanları ve engelleri bütünüyle bireysel olarak geliştirir. Ve kendine özgü bir yolda ilerlemek ister. O nedenle eğitim daima ve yeniden çocukları yargılamakla değil onları gözlemlemekle başlar ve onlara kendi beklentilerimizi ve isteklerimizi asla zorlamamamız gerekir. Bu süreci mümkün en iyi biçimde yapılandırmak için, çocukların yetkin erişkin örneklere, sevgi dolu ve güvenli ilişkilere ve kendilerine özgü gelişim zamanına ihtiyaçları vardır. O nedenle çocukların, erişkinlerin o zaman çizelgesine bağlı dünyalarına, ya da politik ve ekonomik amaçlara yönelik düşüncelerine ayak uydurmaları için çaba harcamamak gerekir. Çocuklar öğrenme yetisi ve öğrenme sevinci olan, öğrenmeye hazır varlıklardır. Gelişim pencereleri özellikle çocuklukta ardına kadar açıktır. Buradan da çocukların yaşam dünyalarını, kendilerini sağlıklı biçimde geliştirebilecekleri biçimde yapılandırma sorumluluğu ortaya çıkmaktadır.

Öğrenme aslında ne zaman başlıyor?

Çocuklar sürekli öğrenir. Daha anne karnındayken öğrenmeye başlarlar ve doğumdan sonra hemen büyük yoğunlukla öğrenmeye devam ederler. Böylece birkaç saat içinde koku alma duyularıyla anneyle toplumsal temasa geçerler. Birkaç gün içinde işitme duyusu anne ile çocuk arasındaki bu ilişki yoğunluğunu destekler. Çocuklar başlangıçtan itibaren öğrenen varlıklardır. Böylece duyuları yardımıyla örneğin yaşamsal önemi olan toplumsal bir ilişkiler ağı kurarlar. Sonraki gelişim süreci boyunca bu ilişkiler ve bağlantılar gittikçe daha çok ayrışır. Sonuç olarak bizler diğer tüm yaşam alanlarında olduğu gibi, toplumsal alanda da yaşam boyunca öğrenciler olarak kalırız.

Bir çocuk dünyayı nasıl tanıyor?

Çocuklar oyun oynarken çok katmanlı ve önemli öğrenme ve yaşama tecrübeleri edinirler. Oyun sırasında bir çocuk dünyayla davranarak, duyumsayarak ve düşünerek ilişkiye geçme yeteneği kazanır. Daha bebekken başını kaldıran, kollarına dayanarak doğrulan ve oturmaya çalışan, sonra da ayakta duruncaya kadar bıkıp usanmadan yeniden deneyen ve ilk adımları atan çocukta, çok güçlü bir istek ve irade ortaya çıktığı görülür. Bu yapıp etme güdüsü yaşamın ilk yıllarını belirler. Duyusal olarak algıladığı her şeyi çocuk doğrudan doğruya oyunbaz faaliyete dönüştürür. Bu başlangıçta tamamen amaçsızdır – sıklıkla da yinelemekten duyulan sevinçle bağlantılıdır. Bu faaliyet ve hareket güdüsüne yeterince gelişme mekânı ve zamanı tanınırsa ve nitelikli uyaranlar aktarılırsa faal, yapıp etme gücü olan, bir şeyler gerçekleştirmek isteyen ve bunu yapabilen erişkinler için gerekli temelin bir kısmı atılmış olur.

Oyun oynamanın gelişimi nasıl sürer?

İkinci oyun aşamasında, yani üç ile beş yaş arasında arı yapıp etme güdüsü yanına oyun fantezileri katılır. Çocuğun fantezi gücü dünyayı neredeyse yeniden yaratır, duyusal olarak algılananlar artık çocuğu içsel bakımdan etkilediğinden, duygularıyla biçimini değiştirir ve oynayarak yeniden biçimlendirir. Burada işte, ileri yaşlardaki erişkinin yaratıcılığının kendini geliştirebileceği, yeşerip çiçek açabileceği zemin hazırlanmaktadır.

Hemen hemen beş ile yedi yaş arasında, yani üçüncü oyun aşamasında ise çocuklar gittikçe daha çok kendilerine özgü fikirler ve imgeler geliştirirler. Artık birlikte oynayacakları oyunu organize ederler, kurallar geliştirirler, planlar ve buluşmalar ayarlarlar. Bazen de erişkinlere karşı birleşirler. Dile gittikçe daha çok egemen olurlar ve dilin sonsuz ifade olanaklarının farkına varmaya başlarlar. Gittikçe daha çok ve daha keskin, incelikli, ayrıntılı gözlemler yaparlar. Çocuk oyunlarındaki bu gelişim aşamalarından hiçbirinden vazgeçilemez. Hiçbir aşamanın ihmal edilmemesi veya kısaltılmaması gerekir. Erişkinin ilerideki yaşamını biçimlendirmesi bakımından her bir aşama değer biçilemez yapı taşlarıdır.

Anne-baba ile eğitmenler çocukları bu sırada nasıl destekleyebilirler?

Küçük çocuklara pek çok şeyi kendi başlarına yapmaları için imkân tanımak gerek. Buna gündelik yaşamda temel bir düzen de dahildir. Eğer gün, hafta, ay, yıl genel fikir edinilebilir biçimde iyi bölümlenip düzenlenmiş olursa, o zaman çocuğun içinde büyüyen kendi kuvvetlerine güven duygusu da büyür. Bunu yapabiliyorum ve ben bunu biliyorum der; çocukta bir güven uyanır. Böylece sağlıklı bir kendine güven ve kendini güvende hissetme duygusu ortaya çıkar. Bu gelişim sürecinin çocukta sona erdirilebilmesi için, çocuğun daima ve yeniden büyüğe bakarak örnek alabilmesi, ona kılavuzluk edilmesi gerekir. Eğitim aynı zamanda kılavuzluk edebilmek, yön gösterebilmek ve örnek olabilmek demektir. Çocuklar kendi itkilerinden yola çıkarak öğrenirler ve bu arada erişkinleri taklit ederler. Küçük çocuklar, erişkinlerin yapıp ettiklerinin ve nasıl yapıp ettiklerinin iyi ve doğru olduğundan derinlemesine emindirler.  Dünyaya önyargılardan uzak, meraklı ve açık bir biçimde adım atarlar. Ama kendilerine örnek olacak erişkin kılavuz olmadan, yön bulamazlar. Çocuklar bir erişkinin bir işi nasıl yaptığını gözlemlemeyi çok severler. Davranışı anlamlı mı yoksa sevgisiz mi, yüzeysel mi yoksa içtenlikli ve katılımcı mı, bakarlar. Konuşmalarla yapılıp edilenler birbirine uyuyor mu? Çocuklar, bir insanın yaşama, konuşma ve davranma tarzından, onun ruhsal-tinsel ana eğilimlerini anlarlar.

Çocuklar okul öncesi dönemde nasıl öğrenirler?

Okul öncesi dönemde çocuklar ağırlıklı olarak örnek alma ve taklit yoluyla öğrenirler. Bu sırada önemli temel yetileri kazanmalıdırlar – hani ileride üzerine okulda öğrenmenin yapılanacağı temel yetkinlikler dediğimiz nitelikleri. Bunlardan biri bedensel ve devinimsel yetkinliktir. Ama son yıllarda bilim insanları, doktorlar, öğretmenler ve eğitmenler gittikçe daha çok çocukta duruş ve denge bozuklukları ile aşırı kilo gözlemlediklerini söylüyorlar. Çocuklar ne yazık ki yeterince hareket edemiyorlar. İnce ve kaba motorik becerileri yeterli ölçüde gelişemiyor. Oysa insanın kendini ruhsal tinsel bakımdan iyi hissetmesi, büyük ölçüde bedensel hareketliliğine bağlıdır. Bedensel dengesini koruyamayan birinin, ruhsal dengesi bakımından sorunlar yaşaması da kolaylaşır. Becerikli ve hedefe yönelik biçimde hareket edebilme yetisi, dilin öğrenilmesini de büyük ölçüde etkiler. Bir şeyi kavrayabilmek ve ona doğru gidebilmek, algılamayı belirler, çocuğun tecrübe ufkunu genişletir, dil gelişimi sürecini faaliyete geçirir ve böylece kendi başına düşünebilme yetisini de destekler. Waldorf çocuk yuvalarında örneğin bu nedenle, çocukların çok yönlü hareket edebilmesine olanak tanımaya büyük özen gösterilir. Düzenli olarak gezi günleri, bahçede oynama veya çalışma günleri olduğu kadar, rond yapma, parmak oyunları, el işi, boyama, hamur yoğurma, alet edevatla çalışma da bu yelpazeye dahildir.

Çok yönlü duyu izlenimleri sağlıklı bir gelişim için neden bu denli önemli?

Çocukların, çevrelerinde olup bitenler ile kendilerine nasıl davranıldığı hakkında uyanık bir bilince ihtiyaçları vardır. Bu, kendi algılama gücüne güven duyarak gelişir. O nedenle okul öncesi yaşlarda çocukların güvenilir, saf ve katışıksız duyu izlenimlerine ihtiyacı vardır. Çocuk yuvasındayken gerçek dünyayı, erişkinler tarafından niteliksel olarak biçimlendirilmiş bir halde yaşarlar. Duyularıyla bağlantıları algılarlar ve böylece onları anlamayı öğrenirler. Keşif sevinci ile birleşince, yavaş yavaş temel doğa yasalarını da öğrenmeye başlarlar. İnsanın duyularının itinayla işlenmesi ve desteklenmesi, pedagojik çalışmanın önemli bir parçasıdır. Sağlıklı ve doğala yakın üretilen gıdalar, kullanılan malzemenin sahiciliği, duyuları kandırmaya ya da yanıltmaya yönelik olmaması, içinde yaşanılan ortamdaki uyumlu biçimlendirilmiş ve döşenmiş mekanlar ve renkler bu gelişmeyi destekler. Modern medya çağında, çocukların kendi duyularına güven duymaları gittikçe daha fazla önem kazanmaktadır.

Çocuklarımızın dil yetisinin gittikçe yoksullaşmasının nedeni nedir?

Dünyanın pek çok ülkesinde son 20 yıl içinde okul öncesi dönemde konuşma bozukluğu ve konuşma geriliği çeken çocuk sayısının hızla arttığı bilinmektedir. Uzmanlar, suskun aile kavramını sık sık kullanır oldular. Manfred Spitzer ve Gerald Hüther gibi tanınmış nörobiyoloji uzmanları bunun tehlikeli olduğu uyarısında bulundukları halde, televizyon ve bilgisayar aile yaşamında gittikçe daha fazla rol oynamakta. Bir çocuğun, masalları ve öyküleri kendi bildiği biçimde ve kendi sözcükleriyle anlatmayı ve resimleri kendi içinden üreterek yeniden yaratmayı öğrenmesi gereken çağda, beyni sürekli olarak yabancı seslerin ve resimlerin seline maruz kalmaktadır. Oysa düşünme ve konuşma birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Düşündüğümüzü ancak dilimizle ifade edebiliriz, dünyadaki her şeye bir ad verebiliriz ve birbirimizle konuşabiliriz. Çocuklar, ancak konuşan bir çevrede büyürlerse konuşmayı öğrenirler. Bu sırada çocukla erişkin arasındaki ruhsal sıcaklık ve dilsel ilişki, iyi ve ayrışmış bir konuşma biçimi için besleyici zemini oluşturur.

Çocuklar düş gücü ve yaratıcılığı nasıl geliştirirler?

Önceden imal edilmiş, belirlenmiş ve normlaştırılmış dünyamızda fantezi ve yaratıcılık geliştirmek, pedagoglar için gittikçe daha fazla sorun haline gelmektedir. Çocuklar kendi düş gücü ve yaratıcılık kuvvetleriyle birlikte dünyaya gelirler. Çocuk yuvasında bu kuvvetlerini geliştirmek isterler ve bunun için sunulan olanakların doğru olmasını beklerler. Bu nedenle, küçük çocuğun yaratıcı düş gücüne pek kıt olanak tanıyan oyuncaklar yerine, henüz en küçük ayrıntısına kadar biçimlendirilmemiş oyun malzemesi çok daha elverişlidir. Ayrıca anlatılan ya da okunan öykü ve masallar, çocuğun içsel biçimlendirme gücünü, televizyonda sunulan resimsel dünyalara göre çok daha yoğun faaliyete geçirirler. Çocuğun fantezisi, kendisine sunulan her şeyi kavrar. Çocuklar henüz iyi ya da kötü arasında ayrım yapmadıklarından, bunu yapmak bizlerin pedagojik görevidir.

Toplumsal yetkinlik çocuklarda nasıl desteklenebilir?

Çocuklar doğumdan itibaren toplumsal varlıklardır ve öğrenerek, insanlar arası ilişkilerin içine yaşayarak nüfuz ederler. Bu öğrenme süreçlerinin kökeni ailedir ve çocuk yuvasında, daha sonra da ilkokulda sürer gider. Oysa çocuk yuvası günümüzde gittikçe daha fazla toplumsal tecrübe edinme alanı yaratmalıdır. Aile yapıları çok değişti ve bazı küçük ailelerde yeterince alıştırma alanı yok. Toplumsal birliktelikte daima bireyin ilgileri, istekleri ve ihtiyaçlarını toplumsal birlikle bir ilişki içine sokabilmek önemlidir. Bu toplumsal ortamda her bireyin ihtiyaçlarına ve ilgi alanlarına yer olmalı ve verilen sözler tutulmalıdır, kurallar ve güven geçerli olmalıdır. Özellikle küçük çocukların, bu toplumsal yaşam kurallarının mümkün olduğunca çoğunu öğrenecekleri ve ona göre yol bulabilecekleri bir toplumsal ortama ihtiyacı vardır. Bu sırada çocuk, daima ve yeniden erişkinin davranışlarını taklit ederek yönünü bulabilirse çok iyi olur. Böylece sorumluluk üstlenmeyi de öğrenirler. Anne-babalarının gerek çocuk yuvasında gerekse toplumsal yaşamda örneğin odaların tamiratında ve yenilenmesinde, dış mekân biçimlendirmesinde, oyuncakların tamirinde, bayramları birlikte kutlama hazırlıklarında nasıl katılımcı çalışmalar yaptıklarını görürler. Bu arada, toplumsal bir birliğin pek çok etkin insana ihtiyacı olduğunu yaşayarak öğrenmiş olurlar.

Günümüzde çocukların hemen hiç konsantre olamadıkları doğru mu?

Pedagoji ve tıp çevrelerinde uzun yıllardır çocuklarda görülen belli bir hastalıktan söz edilmekte: Dikkat eksikliği sendromu. Genelde güçlükle yoğunlaşabilen, sinirli ve uyku bozukluğu çeken çocuklar da bu kapsama girer. Bu çocuklar yaratıcılık sevinci yetersiz olanlardır, neredeyse kısa süreliğine bile olsa, belli ödevleri yerine getirmek üzere yoğunlaşamazlar. Çocuk yuvası ve okul yaşındaki çocukların gittikçe daha fazlası, çoktan onları “susturup oturtan” ilaçlarla tedavi görmektedir. Oysa bu sırada nedenlere hiç dokunulmamakta, daha çok semptomlar, yani belirtiler tedavi edilmekte, on yıllarca sonra ortaya çıkacak yan etkileri ile ilaç tedavi sonuçları ise hiç akla gelmemektedir. Bu çocuk rahatsızlıklarının çoğu modern yaşama biçimimizin etkilerinden kaynaklandığından, burada çocuk yuvasının görevi, önlem almaktır. Zaman yetersizliği, acelecilik, koşuşturma, stres, yüzeysellik, başarı baskısı, gürültü, medya tüketimi çocukları gittikçe daha çok rahatsız etmektedir. Oysa bunun tam tersine; yani anlamlı ve mantıklı davranış bağlantıları yaşama ve bunları kendi yapıp ettiklerine uygulama fırsatına ihtiyaçları vardır. Küçük çocukların ilgi alanları çok çeşitlidir. Çok meraklıdırlar ve seve seve ve çabucak yönlendirilmeye hazırdırlar. Bu onların yapısında vardır. Önemli olan, genel koşuşturmanın, yüzeyselliğin veya can sıkıntısının çocuk yuvasında yaygınlaşmasına izin verilmemesidir. Gündelik akış içinde düzenli yinelemeler ve ritim aktaran biçimlendirme elemanları ile, yıllık bayramların sevindirici anmalarla kutlanması, çocukların konsantrasyon yeteneğini güçlendirmeye yardımcı olur. Çocuklar kendileri bizzat faaliyette bulunmak isterler. Önemli olan bu temel ihtiyaca anlamlı biçimde ve mümkün olan her zaman karşılık verebilmektir. Bu sırada dikkat edilmesi gereken bir kural vardır: Yapıp etme motivasyonunu destekleyen, sunulanların fazlalığı değildir, bunun tam tersi geçerlidir. Örneğin Waldorf çocuk yuvasında elektronik medya tüketimi bütünüyle ihmal edilir – bunun nedeni tekniğe düşman bir tutum değildir, tersine çocukları beyin gelişme fonksiyonlarına kadar derinlemesine etkileyen hastalıklı akımlardan korumaktır. Burada “ne kadar erken, o kadar iyi” değil, tersine “her şeyin zamanı var” ilkesi geçerlidir. Öte yandan, Waldorf okullarının lise son sınıfında öğrenciler teknoloji dersinde, basit donanım ve yazılım ödevleri yaparlar ve bilgisayarların içindeki işlevselliği doğru dürüst öğrenirler.

Anne-babalar çocuklarına hangi değerleri aktarmalıdırlar?

Çocuklar ve erişkinler, kendi yaşamlarını biçimlendirirken içsel bakımdan bağlanabilecekleri ruhsal-tinsel kılavuzluğa, yönlendirmeye, değer imgelerine ve ödevlere ihtiyaç duyarlar. Çocukların kurallara, ritüellere, açıklık ve şeffaflığa, dürüstlük ve sahiciliğe ihtiyacı vardır. Burada özellikle de örnek olma ve taklit etme arasındaki ilişki önemlidir. Çocuklar, doğayla sevgi dolu ilişki kurabilen tutum ve davranışta erişkinlerle yaşamak isterler. Şükran duygusunu algılamak isterler, yemek sofrasında bir bereket duası duymak isterler. Toplumsal yaşamı sevgiyle daha dolu dolu ve daha az nefret, kıskançlık ve kötümserlikle biçimlendiren anne-babaya ve eğitmenlere rastlamak isterler. Çocuk yuvasında, derneklerde, komşulukta, politikada faal çalışan erişkinler ve eğitmenler isterler. Erişkinlerin daima şeffaflık ve dürüstlükle insana yaraşır bir toplumsal ve yaşanası dünya yaratmaya çalıştıklarını görmek ve yaşamak isterler.

Bay Lang, röportaj için çok teşekkür ederiz.

Spiel und Zukunft (Oyun ve Gelecek) sitesinden alınmıştır...
Bizi Takip Edin!
Sosyal medya hesaplarımızı takip ederek haberlerimiz ve duyurularımızdan anında haberdar olabilirsiniz.
Yuva ile İletişim
Bizimle iletişime geçerek Waldorf Eğitim Sistemi ve Eğitim İlkelerimiz hakkında daha detaylı bilgi alabilirsiniz.